Hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz.

Bizden de: Çam sakızı çoban armağanı...!

9 Aralık 2023 Cumartesi

Yeşil acı biberin marifetleri


Amarika'da her yıl en acı biber yetiştirme yarışması yapılıyormuş. Bu sene yarışmayı kazanan biber o kadar acıymış ki Gienes Rekorlar kitabına girmiş.
Beyin vücut yaralanmalarında meydana gelen acı hissine karşı dopamin ve endorfin hormonu üreterek acıyı azaltmak ve yaradan vücuda girme ihtimali olan mikroplara karşı savaşması için akyuvarları harekete geçirerek antikor üretmelerini sağlıyor. Üretilen bu antikorlar vücudun savunma mekanizmasını güçlendirerek vücutta mikropların yaratacağı hastalıklara karşı koruyor.
Biber vücutta acı üreterek beyni yanıltıyor. Beyin bu acıyı hissedince yukarıda anlatılan olayı tekrarlıyor. Buda vücudun savunma mekanizmasının güçlendirilmesini sağlıyor.
Benim gözlemlerime göre az miktarda acı biber yemek barsaklarda soruna neden olmuyor. Çok yenirse hemoroitlerde iltihaba neden olarak barsak kanamasına sebep oluyor.
Pazardan geçen hafta bir kadından yaşil biber aldım. Alırken sordum acımı diye. Tek tük çıkar dedi. Fakat hepsi acı çıktı. Ne yapacağımı düşünürken yukarıda anlattıklarım aklıma geldi. Bende yemeklerde küçücük isirarak yiyorum. Henuz bir probleme neden olmadı. Yemekte işthımı da açti. Yemekler daha lezzetli olmaya başladı. Dopamin ve endorfin hormonu aynı zamanda mutluluk hormonudur. İştah açması salgılandığının kanıtıdır. Vucudun ürettiği hormonlar bizi yönetiyor.

25 Kasım 2023 Cumartesi

Kadın Cinayetleri


Kadın cinayetlerinin nedeninin asıl kaynağını kadınlar kendilerinde aramalılar.
Nazım Hikmet Saman Sarısı şiirinin son mısrasında karısı Vera için, "Başımın belası" diyor.
Kadınlar her belanın başı olduklarını düşünüp, kendilerini bir sorgulamaları gerekir. 
Cırtlak seslerini kullanarak, erkekleri çıldırtıp delirtiyorlar, onları o hale getiriyorlar ki sağlıklı düşünmenin sınırını aştırıyorlar, sonunda da kendilerini öldürttürüyorlar. Erkeklerin hayatını da cehenneme çeviriyorlar. Kendileri ölüp kurtuluyor ama asıl işkenceyi erkekler çekiyor.

Antik Yunanlılar "Pandora denen kadın, kötülük kutusunu açtı. Bütün belaları dünyaya saldı" diyor.
Müslüman ülkelerin kadını kapatması, hatta Afganistan'ın kadını eve kapatmasını <hoş görmesem bile> sadece dine bağlı değil, toplumda huzur bozucu bir nedeni olması gerekir diye düşünüyorum.Orta çağda batıdaki kadınlar da kapalıydı. Halan rahibeler kapalı. Fakat onlar Ronesans'tan sonra din yerine aklı seçti. Kadınlar özgürleşti. Demokrasi gelişti. Kadın cinayetleri gene bitmedi. Sonuçta, din de insanların uydurduğu bir şey. Gökten zembille inmedi. Devire göre uygulamaları değişiyor.

Eski libas gibi aşkın gönlü, 
Söküldükten sonra dikilmez imiş. 
Güzel sever isen gerdanı benli, 
Her güzelin kahrı çekilmezmiş. 
… Sevdiğim değildin böylece ezel
Ömrümün bağına düşürdün gazel
İbrişim'den nazik sandığım güzel
Meğer Polat gibi bükülmezmiş
… Seyrani'nin gönlü gamla yaş imiş
Aşkı sevda cümle derde baş imiş
Ben gönlümü toprak sandım taş imiş
Meğer taşa tohum ekilmez imiş

1 Kasım 2023 Çarşamba

Türklerin ölüye ve mezara verdikleri önem

  •  Erzurum çifte minareli medrese ve kümbeti

  • Erzurum çifte minareli medresenin arka tarafında bulunan kümbetin iki ayrı kaynaktan alınmış bilgi:

Bu kümbetin kitabesi olmadığından ne zaman ve kimin için yapıldığı anlaşılamamıştır. Kümbetin, medrese ile birlikte 13. yüzyılın sonlarında yaptırıldığı tahmin edilmektedir.
Kümbetin gövdesi, iç içe yuvarlak kemerlerle bezenmiştir. Ayrıca zengin bezemelerle süslenmiştir. Kümbetin üzerini örten kubbesi de külah şeklindedir. Mumyalık kısmı haçvari planlı, çapraz tonozlu olup, üst mekân mihraplı ve içten kubbe ile örtülüdür. Sanduka bulunmayan bu bölüm mescide çevrilmiştir.

Google'ın yapay zekası Bard'ın verdiği cevap:

Evet, Erzurum Çifte Minareli Medresenin arkasındaki kümbette bir ceset bulunmaktadır. Bu ceset, Selçuklu döneminde önemli bir devlet adamı ve komutan olan Emir Saltuk'a aittir.
Kümbet, 12. yüzyılda Emir Saltuk'un naaşını muhafaza etmek için inşa edilmiştir. Kümbetin giriş kapısı üzerinde, Emir Saltuk'un ismi ve ölümüne dair bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilere göre, Emir Saltuk 1192 yılında vefat etmiştir.
Kümbet, 1948 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir. Restorasyon sırasında, kümbetin içinde Emir Saltuk'a ait bir mezar bulunmuştur. Mezar, kümbetin merkezinde yer almaktadır. Mezar, kesme taştan yapılmıştır ve üzerinde Emir Saltuk'un ismi ve ölümüne dair bilgiler yer almaktadır.
Mezarda yapılan incelemeler sonucunda, Emir Saltuk'un naaşının iyi durumda olduğu tespit edilmiştir. Naaşın üzerinde, Emir Saltuk'un giydiği kıyafetler ve taktığı aksesuarlar da bulunmaktadır.
Kümbetteki ceset, günümüzde de ziyarete açıktır. Ziyaretçiler, kümbetin içinde Emir Saltuk'un mezarını görebilir ve onun hakkında bilgi edinebilirler.
Kümbetteki cesedin önemi:
Selçuklu döneminin önemli bir devlet adamı ve komutanı olan Emir Saltuk'a aittir.
Emir Saltuk'un naaşının iyi durumda olması, onun tarihsel önemini göstermektedir.
Kümbet, Emir Saltuk'un hatırasını canlı tutmak için önemli bir yere sahiptir.

Emir Saltuk, Malazgirt savaşında Alpaslan'ın komutanlarından biriydi. Savaşta gösterdiği üstün başarıdan dolayı, Erzurum ve çevresi ona veriliyor. O da Saltuklu beyliğini kuruyor kırk yıl idare ediyor, ölünce bu kümbette gömülüyor.

Büyük Selçuklu dizisinin Pazartesi (6 Kasım 2013) TRT 1'de saat 20:00'de finali var Malazgirt savaşını gösterecek.

Yani koca medrese ve kümbet bir mezarı anlamlandırmak için yapılmış.
Şimdi ise aradan geçen yaklaşık sekiz yüz yıl sonra içinde ceset kalmamış.

Aynı şekilde Timur Kazakistan Türkmen başında şair Hoca Ahmet Yesevi medresesi yaptırıyor. Mezar medresenin bir odasında.
Türkmenbaşı'na gittim mezarı ve medreseyi gördüm. Türkiye Cumhuriyeti restore ediyordu. Sovyet döneminde bayağı yıpranmış durumdaydı.
Bir genç çocuk beni gezdirdi. Hatta kubbelerin oraya çıkardı. Kubbelerin resimlerini çektim. Türkmenbaşın'da insanlar bizim anlayacağımız Türkçeyi konuşuyor.

Hoca Ahmed Yesevi Medrese ve Türbesi

Mezarın bir kümbette değil bir odada olmasının nedeni. Medrese mezardan daha sonra yapılıyor.
Timur Hoca Ahmet Yesevi' in gömülü olduğu yere mezara dokunmadan gördüğünüz medreseyi yaptırıyor.

Mardin'deki Zincirli medrese, Timur Mardin'i kuşattığında medreseyi yaptıran ve Mardin'i savunup Timur'u uzun süre uğraştıran kişiyi Timur Mardin'i ele geçirince o kişinin kendi yaptırdığı medreseye zincirleyerek hapsediyor. Zincirli medrese ismi de oradan kalıyor. O kişinin cesedi de bu medresenin bir odasında büyük bir sanduka içinde. Merak ediyorsanız o kişinin kim olduğunu ve görevini de siz araştırıp bulun...!

27 Ekim 2023 Cuma

Şeytan Köy Bağımlılığı

 


Bu şeytan köy ne menem yerse insanları kendine miknatis gibi çekiyor.

Din kitaplarında anlatıldığına göre tanrının meleklerinden biri olan şeytan Adem ile Hava'yı kandırarak elmayı yedirmiş. Tanrı Şeytanı Cennt'en kovmuş. Arkasından da Adem ile Hava'yı kovmuş. Adem ile Havva cennet anlamına gelen Aden'e (Yahudilerin kendilerine vad edilmiş topraklar dedikleri, Tevrat'ta anlatılan üzün süreli Filistinlilerle yaptıkları bu gün de devam eden savaşların yapıldığı Filistin'e yani Kudüs'e yerleşiyor). Şeytan ise cennete benzettiği bu Şeytan köye yerleşiyor. Adı da ordan geliyor.

Biliyorsunuz Cennete hüriler, insanlara yardımcı olur onlara Cenneti cennet kılar, burası Şeytan'ın cenneti olduğundan insanları zebanileştirmiş. Onlarda cenneti insanlara cehennem haline getiriyor.

Bunu bilmiyen yabancılar buranın büyüsüne kapılıp buraya bağlanıyor.

Tramp secildiği yıl iskelede oturan bir Amerikalılya rastladım Tramp'ı sevmiyormuş Bandırma'da öğretim üyeliği yapıyormuş.

"Burdan geçiyorduk büyülendik, bir haftadır burdayız. Cennet gibi yer" dedi.

Kumda bıraktığı, benim alıp tamir edip çalıştırdığım deniz moterunun sahibi kaptan dedikleri adam İstanbul'daki evinde kanserden ölmek üzere iken, "Beni Şeytan köye götürün hiç olmasa ölmeden bir gece kalayım" demiş.

Evi köyün girişinde kırk basamak merdivenle çıkılan bir tepe üzerindedir. "Seni eve çıkaramayız" demişler. O da "Bir gece kahveci Feti'nın evinde kalırız" demiş. Getirmemişler.

Yine köyün girişinde bizden sonra yer alıp yerleşen Suleyman dede diye birisi vardı. Hanımla çok iyi anlaşır. O bize bisikle bahçesindeki meyvalardan getirir. Hanımda ona kahve yapardı.

Bir sene çocukları İstanbula gotürdu geç zaman da kaçıp gelmiş. Yapacağı güzel işleri anlatıyordu bunlardan biride balık tutmak oysa yaşlanmış onların hiçbirini yapacak durumda değildi.

Hanim öldükten sonra bir gün yürüyüşten dönünce benim bahçe kapısının önünde beklerken buldum. Baş sağliği diledi. Hanım için "Çok iyi insandı. Gelirdim bana kahve yapardı. Ben yaşlandım meyve getiremiyorum. Gel de topla" dedi. Bende gidip topladım.

Bir sene sonra o da İstnbul'da öldü. Kendini Şeytan köye gömdürdü.

Gelelim Feyza'ya her sene buraya tatil için gelirdi. Genelde bahar ve sonbahar aylarını tercih eder, bir ay gibi uzun süre kalır, çünkü bu aylarda pansiyonlar ucuzdur. Bazan parası yeterli değilse kuma çadır kurardi. Korona virussun olduğu ilk sene çocuğu okula başlaması gerekiyordu. Okullar kapanınca gene geldi. Ertesi yıl korona virüs nedeniyle çadır kurmayı yasakladılar. O da bana arabayı dışarı çıkar. arabada kalalım dedi. Ben arabaya köylüler hasar verdiklerinden çıkaramam, ama bahçede arabada kalabilirsiniz dedim. O da dedikoduyu göze alamıyarak kabul etmedi. Üç yıl şeytan köye gelemedi.

Kocası ölüp maaşına konunca bu sene baharın bir haftalığına gelip pansiyonda kaldı. Çocuğu bu yıl zorunlu olan ortaokula başlaması gerekiyor. Çocuğu okula göndermeyip Eylül'ün ilk haftası gelip Ekim'in 15'ine kadar kaldı. Yağmurlu bir havada ayrıldı. 

Bu da insanin Şeytan köye tutkunluğuna pes dedirttirecek şey olması gerekir herhalde.

Tanrı, melek, şeytan gibi şeyler insanların ölümün yıkıcı etkisini azaltıp, kendi savunma mekanizmalarını güçlendımek için hayali oluşturdukları kavramlardır. Ben bu hayali biraz ilerleterek Şeytan köy isim hikayesini uydurdum. İsim hikayesi oldukça değişiktir. Burada rumlar yaşadığından ismide Yunanca tepeler arasında vadi anlamına gelen Katatopi'dir. Benim köyüm de tepeler arasında vadi anlamına gelen Gürcüce Sığızır'dır. Tesadüfün bukadarına pes.

Adı Katatopi iken bir dava nedenıyle buraya gelen bir kadı bu günkü yollar olmadığından (Ki onlar 1987'de yapılmış) katır sırtında dağı aşarak bin bir zahmetle gelmiş. "Burası ne menem bir yerdirki buraya Şeytan bile gelemez" demiş.

O gün bu gün adı Şeytan köy kalmış. Cumhuriyetten sonra dağ taş ormanla kaplı olduğundan, adı Ormanlı diye tescillenmiş.


29 Temmuz 2023 Cumartesi

İklim değişikliği yada küresel ısınma



Aşırı sıcakları sera gazlarına bağlıyorlar. (Evet sera gazlarının etkisi vardır. Bunu gözlerimle gördüm. Bursa'ya doğal gaz gelmeden önce hava kirliliği o kadar fazlaydı ki, Ulu dağa teleferikle çıkarken gözlenebiliyordu. Belirli seviyeyi geçince sarı bir hava tabakası Bursa'nın üzerini örtmüş görüyordum. Bu tabakanın altında sıcaktan terliyor, üstünde ise soğuktan donuyordum. Doğal gaz bağlandıktan sonra bu sarı hava tabakası kayboldu. İşte bu sera gazı etkisiydi.) 
Aşırı sıcaklar, galiba daha büyük bir şey. Bence daha çok güneşteki kimyasal reaksiyon değişikliğine bağlı. 10 sene önce Antalyalıları Atilla buraya getirdiği yıl aynı şekilde aşırı sıcaklar olmuştu.
Dün burada 39 derece idi piştik, bu gün üşüyorum. Burada hava kirliliği de yok.
Güneşteki aşırı fisyonik reaksiyonlar (küçük atomların birleşip daha büyük atomun meydana gelmesi yani iki hidrojen atomunun birleşip bir helyum atomu meydana getirmesi. Bunun tersi nükleer reaksiyon oluyor. Bilim bu reaksiyonu gerçekleştirmeye çalışıyor. Henüz verim elde edilemedi.) güneş patlamalarına neden oluyor. Bu da güneşin mevcut enerjisini artırıp çevresinin aşırı ısınmasına sebep oluyor.
Aşırı sıcaklık denizlerin ısınıp buharlaşmasına. Buda aşırı yağışlara neden oluyor.
Son günlerde en çok dillendirilen şey küresel ısınma ve 2023 yılının son yıllarda yaşanan en sıcak yıl olduğu, aşırı yağışlar nedeniyle Pakistan ve Libya'da meydana gelen sel baskınlarında büyük sayıda can kayıplarının meydana gelmesi.
Çocukluğumda yaptığım gözlemlerde dünyadaki iklimin standart olmadığı ve meydana gelen değişliklerdi. Ama bu kimsenin dikkatini çekmiyordu.
İlk ve Orta okul yıllarında okular açıldığı zamanda biz köyde lazutları (Mısırları) keserdik lazutların çalaları (Gövdeleri) kesim zamanında iyice sararıp solardı. Orta okul yıllarında sararma giderek azalırdı. Lise yıllarında aynı zamanda kestiğimiz lazutların çalaları yeşil kalırdı. Bu da iklim değişikliğini gösteriyor. Yani lise yıllarında ilk ve orta okul yıllarına göre havalar daha soğuk geçmiş.
Şimdi haklı olarak soracaksınız neden lazutların sararmasını beklemeden yeşilken kesiyordunuz.
Yeşilken kesince bütün ürün olgunlaşmıyor, çiğ kalıyor. Mısırı ayıklarken her gün bir kazan çiğ mısır pişirirdik. 
Çocuklar hayvanları otlattığından, okullar açılınca bu iş gücü kayboluyor. Lazutları kesince hayvanlar serbest bırakılıyor. Kimsenin göz kulak olmasına gerek kalmıyor.
 Küresel ısınma geçmişte de yaşanmış. Kuraklıklara neden olmuş. 
Tam evlere yakın bizim arazinin ortasındaki büyük çayır, neden Şahinlerin eline geçmiş. Evleri kayanın eteklerinde olduğu halde gelip bizim kucağımıza yerleşmişler. 
Ninemin anlattığına göre büyük bir kuraklık olmuş insanlar yiyecek bir şey bulamadıklarından süpürge tohumu yemişler. 
Büyük çayır, bir kazan süpürge tohumu ve bir tosun karşılığı Şahinlere satmışlar. Ben çocukken çayırı biçip otunu paylaşıyolardi. Merdan ve kardeşi Vezir kayanın eteğinden gelip oraya ev yaptılar. Galiba diğer ortaklardan hissede almışlar. 
Mısırlılarla Kadeş savaşı sonunda anlaşma yapan, maddeleri yazılı kaynaklara geçen Hititler, birden bire tarih sahnesinden kayboluyor. 
Uzmanlar nedenini Küresel ısınma ve kuraklığa bağlıyor. 
Nil vadisinde ve Dicle Fırat vadisindeki (Mezopotamya) uygarlıkları bu nehirler sayesinde kuraklığı atlatıp hayatta kalıyor. Ama böyle imkanı olmayan Çorum merkezli Hititler tarih sahnesinden siliniyor. 
Hep kafamı kurcalayan bir sorun var; Büyük patlama (Big bang)
Bu teori evrenin genişlediği varsayımına dayanıyor. Eğer evren genişliyorsa bunun bir başlangıç noktası vardır. Bu da büyük patlamadır. 
Böyle bir şeyin olabileceği aklıma yatmıyor. Bu din kitaplarının uydurduğu Tanrı yarattı kavramına bir atıfta bulunmaya benziyor. 
Belki de genel dünya inancıyla ters düşmemek için uydurulmuş  bir şeydir.

Stephan Hawkins bir yazısında bu Vatkanı ürkütmeme ye sebep olmuştur. Demişti.
Başka bir yazısında evrenin çalışması için Tanrı’ya ihtiyaç yoktur demişti.


11 Temmuz 2023 Salı

Ruh ve Tanrı Kavramları


 Bambuya tırmanan azimli fasulye.
Atilla: Minareyi geçmiş 😁

Minareyi kimse geçemez.
O tanrıya doğru yükseliyor. Sadece görüntü minare üzerine düşmüş.
İlk minare benzerini antik mısırlılar yapmışlar. Obelisk,


 tepesine düşen Güneş ışınları üzerindeki hiyeroglif dua yazılarını yalayarak firavunun ruhuna taşıyor.
Bu arada Ruh ve Tanrı kavramlarını ne  Yahudi ne Hristiyan nede Müslümanlar icat etmiştir. Bu kavramlar insanlık tarihine lanet antik mısırlılardan geçmiştir. Öldükten sonra ikinci sonsuz yaşamı onlar icat etmiştir. Ölen cesetlerin çürüyüp bozulmasını engellemek için mumyalama tekniklerini geliştirmiş, mumyanın şeklini gösteren shabti veya ushabti dedikleri küçük bir ikonu hazırlayıp üzerine ölünün ismi yazılarak, yüksek sıcaklıkta fırınlarda pişirip porselen yada cam haline getirip mumyanın yanına koymuşlardır. 


Kilden hazırlayıp fırınlamalarının sebebi sağlamlaştırmaktı. Ne kadar sağlam olursa mumya da o kadar dayanıklı olacağına inanıldığı içindi. Kilin içine Lapis Lazuri (Turkuaz) tozu katarak mavi mojayık oluştururlardı. Bu da heykelciyi daha alımlı hale getirirdi. 


Bu büyülü bir ikondur mumyanın bozulmasını engelleyecektir. 
Ayrıca mezara ölünün ikinci hayatında kullanmaya ihtiyaç duyacağı değerli eşyaları koymuşlardır. Mezar hırsızlığını önlemek için, mezar duvarlarına hiyeroglif yazıyla hırsızlar için bet dualar yazmışlardır. Bu bet dualar o kadar meşhurdur ki günümüzde buna, mumya laneti deniyor. Gerçekleşen alışılmadık olaylara mumya laneti diye inanılıyor. 


Ama gerçek yaşam o devirde bile böyle safsataya inanmayan insanlar oluşturmuş, mezarlar soyulmaya devam etmiş. Tek soyulmayan mezar Tutankhamu'nun mezarıdır ki, onun kafasında altın mask bulunmakta idi. 20. yüz yıl kazılarında ele geçirilmiştir.


Firavun Akhenaton güneş tanrısını tek Tanrı olarak kabul etmiş, diğerlerini reddetmiştir. Akhenaton, MÖ 1353-1336 yılları arasında hüküm süren 18. Hanedan'dan bir firavundur. Tahta çıktığında adı Amenhotep IV idi, ancak beşinci yılında adını Akhenaton olarak değiştirdi. Bu isim, "Aton'un hizmetkarı" anlamına gelir. Aton, tek bir güneş tanrısı demektir. 
Antik Mısır'da güzelliğiyle ünlü heykellerde yer alan Nefertiti'de onun karısıydı. Tutankhamu'nun da annesiydi. Yönetimde söz sahibi idi. 


Tek Tanrı kavramı, toplumda kargaşaya neden olduğundan, firavun ölünce yerine geçen oğlu bütün tanrıları geri getirmiştir. 
Yahudiler mısralılarla içli dişli olduğundan bu kavramları mısırlılardan almışlardır. 
Hırstıysan ve Müslümanlar Yahudi hikayelerinin değişik versiyonlarını kendi kutsal kitaplarında oluşturduklarından bu kavramları Yahudilerden almışlardır. 
Yahudilerin Tevrat'ı Hazreti İbrahim'in ve sonraki sülalesinin hayat hikayesinden ibarettir
Halikarnaslı (Bodrumlu) Heredot yazdığı tarih kitabında hem Yunan tanrılarından korkuyor, hem de sorguluyor, bu tanrılar nerden geldi diye. Sonunda Mısır'dan geldiğine karar veriyor.

Atilla: Fasulye deyip geçmeyeceksin. Bizi antik Mısıra kadar getirdi.

O da fasulyenin bir çok faydasından biri olsa gerek!

12 Nisan 2023 Çarşamba

Batı madeniyetinin Yünan özentisi

ABD Parlamento binası

Amerika’nın antik Yunanistan’a aşırı ilgileri nerden geliyor acaba.
Hükümet binalarını antik Yunan tapınak mimarisine benzer yapıyorlar.
Aya yapılan yolculuklarına antik Yunan mitolojik Tanrı isimleri veriyorlar. 
Apollo (Güneş tanrısı), Artemis (Apollo’nun kız kardeşi, bereket tanrısı).
Başkan Clinkten Yunanistan’da “Ben kendimi Yunanlı hissediyorum.” demişti.
Özgürlük heykeli bile Mitolojik aşk tanrısı Afrodit'e benzetilmiş.
Bu heykel Fransa’da yapılmış. Fransız’larında antik Yunan mitolojisine karşı ilgileri az değil.
Başkentlerine Homeros’un İlyada destanındaki Yunan kralı Menalios’un karısı Helen’i kaçıran Truva savaşına neden olan Paris’in adını vermişler.
Halikarnaslı Herodot yazdığı tarih kitabının ilk sayfalarında anttık çağdaki savaşların büyük çoğunluğu kadın kaçırma yüzünden çıkmıştır diyor birkaç örnek veriyor.
Bunlardan biride Paris’in kaçırdığı Helen olduğunu söylüyor.
Gemilerle kaçırma şöyle oluyor; şehir limanına giren ticaret gemileri alışverişe gelen kadınları, gemiyi hareket ettirip kaçırırlarmış.

Hiyeroglif Yazısı ve Osmanlı Zihniyeti

SultanAhmet meydanında ki Obelisk 

Osmanlı İstanbul'u aldıktan sonra. Sultan Ahmet meydanında at yarışları yapılan antik Hipodromu yıkıyor. Yalnız dikili taşlara dokunmuyor. Orada "Obelisk" denen dört yüzünde hiyerogliflerle süslü Roma döneminde Mısır'dan getirilen dikili taş yüz yıllarca Osmanlıya hiç bir şey ifade etmemiş.
Yavuz Sultan Selim Mısırı fet edince bu hiyeroglif yazılı taştan onlarca görüyorlar, ayrıca anıt mezarlarda daha çok hiyeroglif yazı görüyorlar, ama Osmanlıda hiç bir merak uyandırmıyor.
Ne zaman Napoleon Mısırı işgal ediyor. Kazı çalışmalarına başlıyor. Bu kazılarda bir taş buluyor, (Rozette taşı) bir yüzünde  hiyeroglifle yazılmış, diğer yüzünde Yunan alfabesiyle yazılmış metin var.
Osmanlı Napoleon'u Mısırdan kovalayınca bu taş Fransa ya götürülüyor.
Şanpolyon denen Adam Yunan alfabesiyle yazılan metni okuyor. O metinde Mısır tanrısı Amor 'un hiyeroglif karşılığını bularak hiyeroglif yazıyı çözüyor.
Sultanahmet'teki Obelisk 'ten İtalya Roma'da bir çok meydan da bulunduğu gibi, Fransa Paris Şan alize meydanında, Avusturya Viyana kraliyet sarayı yazlık bahçesinde de bulunmaktadır. Hepsi Mısırdan götürülmüş.
Champollion, Thomas Young ve William Bankes tarafından yapılan çok değerli ön çalışmaları temel alarak Rosetta Taşı'nın bazı parçalarını 1824 yılında çevirerek Antik Mısırcanın Kıptîceye benzediğini ve yazı sisteminin fonetik ve kavramsal işaretlerin birleşimi olduğunu göstermiştir.
Napoleon Mısır'dan dönünce:
"Gittim, gördüm, döndüm" diyor.
Ama bu hareketi Hiyeroglif yazının çözülmesine sebep oluyor.
Bizim bütün sırlarımızı hep Avrupalı biri çözmüştür.
Orhun abideleri üzerindeki Göktürkçe yazıyı İsveçli bir Türkolog çözüyor.
Evliya çelebi Seyahat namesinde Manyas gölünden bahsederken üzerinde yüzlerce kuşun çığlıklarla uçuştuğundan bahseder.
Ama Gölün sığ olan kuzey doğu kısmında kuluçkaya yatan çeşitli kuşların bulunduğu yeri. Nazi Almanya'sından kaçan, Atatürk'ün İstanbul üniversitesine yerleştirdiği Alman zoolog profesör Curt Kosswig kuş cenneti diye tescillendiriyor.
Osmanlı askerleri Mısırdaki Sifengin kafasını nişangah olarak kullanıyorlarmış.
Atina Akropol'de içinde heykelin bulunduğu etrafı sütunlarla çevrili Parthenon denen mermer binayı Osmanlı mühimmat deposu olarak kullanmış. Patlama nedeniyle tahribatına sebep olmuşlar. Ben gördüğümde Yunanlılar aslına uygun bütün Akropolü restore ediyorlardı. Bizim Efes'in girişi yıkılmış taş yığınlarla dolu. Akropolde yerde bir tane taş bulamasın. Binalarda kaybolan mermer parçaların, yeni mermerden yapılmış orijinaline uygun parçalar görürsün. Restore çalışmaları olduğundan binaya girip heykelin bulunup bulunmadığını görmedim. Sonradan öğrendiğime göre heykel İngiltere'de Biritish Museum'de imiş. Yunanlılar geri almaya çalışıyorlarmış. 

Olympia'daki dunyanın 7 harikasından biri olan Zeus tapınağındaki Zeus heykelinin akibeti:

Heykel altın ve fildişinden imâl edilmiştir. Zeus'un oturduğu taht, abanoz ağacından yapılmış, altın, fildişi ve değerli taşlardan kakmalar ile süslü hâliyle heykelin kendisinden daha etkileyiciydi. Heykel, Zeus'u sağ elinde zafer tanrıçası Nike ile, sol elinde ise değerli metallerden süslemeler ve bir kartal kakması ile bezeli bir asa tutarken betimlenmekteydi.

Zeus Tapınağının içinde bulunan heykel, tapınağa ancak sığabiliyordu, hatta oturur vaziyette tasvir edilen Zeus, ayağa kalksa tapınağın tavanı yıkılacakmış gibi duruyordu."[2] Üzerinde, Yunan tanrılarının ve sfenks gibi mistik hayvanlar figürleri yer alıyordu. Heykelin derisi fildişinden, sakalı, saçları ve elbisesi altındandı. Karanlık bir koridordan geçilerek görülebildiği için, parlak fildişi, insanların gözünü alıyor ve derinden etkiliyordu.

Olimpiyat oyunları, 391 yılında Theodosius tarafından putperestlik gerekçesiyle yasaklanınca Zeus Tapınağı da ziyaretten men edildi. "Dünyanın Yedi Harikası" arasında sayılan heykel, Atina'nın ileri gelenleri tarafından, yeni kurulan Konstantinopolis'e taşındı ve orada da 462 yılındaki büyük yangında yok oldu

Bergama'da Almanlar kazı çalmalarıyla buldukları kabartma savaş tasvirleriyle ve mermer üstünlerle süslü narin Apollon tapınağını Berlin'e taşıyorlar. Bergamos müzesi adı altında büyük bir Bina yapıp bunun içinde Apollon tapınağını yeniden inşa ediyorlar göreni hayretler içinde bırakıyor. O yıllar da Abdul Hamit'e "Almanlar bizim bazı taşları götürmek istiyor, sen ne dersin" ediyorlar. 
Abdul Hamin "Almanlar bizim dostumuzdur. Bizde taş çok götürsünler" demiş. Bu harika anıtın yurt dışına çıkmasına izin vermiş.
İşte bizdeki zihniyet bu.
Bergamos müzesinde sadece Apollon tapınağı bulunmuyor, 
Anadolu'dan götürülen başka anıtlar bulunduğu gibi o zaman bizim mülkiyetimizde bulunan Babil şehrinin surlarındaki iri Aslan fiğlerini surlarla beraber Bergamos müzesine taşıyıp yeniden inşa etmişler.

3 Mart 2023 Cuma

Kedi zekası ve insanlara yakınlığı



Yazlıkta evin bahçesine devamlı kediler gelir taş bahçe duvarının üstünde yuvalanarak yavrularını doğurur, büyütür sonra da götürürdü. Bir gün bahçeye tek bir yavrusuyla beyaz benekleri olan sarışın bir kedi geldi. Oturduğum çardakta yavrusunu emzirdi. Kendi gitti yavrusunu orada bıraktı. Yavruyu kovaladım ama bahçe kapısından dışarı adımını atmadı.
Yemek yerken başladı miyavlamaya bende mecburen yediğim bir dilim ekmekten bir lokma kopararak verdim iştahlı bir mırıltı çıkararak hapur şupur yedi. Bitirince tekrar kafayı kaldırarak miyavladı. Bir lokma daha verdim. Onu bitirince karnı doydu ki bahçeye girdi uçan sinekleri patisini kaldırarak yakalayıp yere indiriyor sonrada yemeye çalışıyordu. Yiyip yemediğini anlamak için bir eşek arısını orsalanmış hafif hareketli halde önüne koydum. patisiyle dokunuyor ama yemeye korkuyordu. Anladım ki sadece oyun oynuyormuş.
Yerimden kalkıp dolaşırken benimle birlikte geziyor zaman, zaman ayaklarıma dolanıyor, üzerine basmamak içi özenle dikkat ediyordum. Bazan bastığımda oluyordu. Günün çoğunu yanımda oturarak geçiriyordu. Astımım. Kedi köpeğe alerjim var. Onlardan hep uzak durmaya çalışırım. Bundan kurtulmak ne mümkün. Bahçeden sokağa çıkarken bahçe kapısına kadar geliyor ama dışarı adımını atmıyordu.
Bir parça başına bakmadan ağaçlara tırmanarak çatıya çıkıyordu. Bahçenin maskotu olmuştu. İyice alışmıştım. Kaybolunca merak ediyordum. 
Bizim memlekette kedilere pisik, kopeklere it denir. Kediler ; piss, piss diye çağrılır köpekler; gah, gah diye çağrılır. Bu kedi bu dili nasıl öğrendi ise. İlk piss der demez yanıma geldi. Hayretler içinde kaldım.
Birgün gene kaybolmuştu. Piss değince çatıda ortaya çıktı. Kabaklar için yaptığım tezgahta ki sırık ve direkleri aşağı tırmanarak apart topar yanıma geldi. 
Bahçeye iyice sahiplenmişti. Bahçeye giren büyük kedilere saldırıp kovalıyordu. Önce kedinin yanına gidip arka ayakları üzerinde kalkarak kendini büyük gösteriyor. Sonrada üzerlerine atlayıp kovalıyordu. Hele kendi kadar sarı alaca bir kedi varidi, gelip yiyeceklerini çalıyordu. Her geldiğinde onu kapıya kadar kovalıyordu. Bir seferinde bunu tırmalamış, o da korkup gelip bana sığınmıştı. Annesi gelince peşine gidiyor arkadan üzerine atlıyor, emmek istiyor, Annesi burada karnının doyduğunu anlıyor ki emzirmek için taraftar olmuyordu. 
Yanımda otururken, bir seferinde kucağıma atlamak istedi. Havada iken cetvelle vurdum. Kaçıp akşamları uyuduğu deniz motorunun oraya saklandı. Sabah geldiğimde kafasını çıkarıp bana korkuyla bakıyor, dışarı çıkmıyordu. Tehlike olmadığını anlayınca dışarı çıktı. O cetvelle zaman zaman arkasını kaşıttırıyordum, o da keyifleniyordu. Bu olaydan sonra cetveli elimde görünce uzaklaşıyor, bir daha arkasını kaşıttırmıyordu. Ama bir daha kucağıma atlamadı. 
Son Bahar gelmiş yağmurlar başlamıştı. Oda uyuduğu yeri değiştirip kapının önünde, kapalı yerde teknenin üzerindeki yatık duran plastik kovaya taşındı. Sabah kalkıp kapıyı açınca karnı acıktığı için kovadan çıkıp, miyavlayarak içeri dalıyordu. Bende tekmeleyip dışarıda tutmaya çalışıyordum. Oraya kapının eşiğinin sol kenarına bisikletin tekerinin arkasına plastik bir tabak koyarak yiyeceğini vermek mecburiyetinde kaldım. Kahvaltı hazırlamadan yiyecek vermesem miyavlayarak kıyameti koparıyor, ocağın oraya tırmanıyordu. Kaynayan şeyleri döker diye korkuyordum. Bu durum giderek bitkinlik veriyordu.l
Hanım İstanbul'da torun bakarken birkaç yıl önce; gene böyle bir yavru ve anasına yiyecek veriyordum. Hanım gelince yavruyu arka bahçeye attı. Bir daha da gözükmediler. 
Bir sabah eldivenleri taktım götürüp bunu arka bahçeye atım. Kurtuldum diye seviniyordum. Kahvaltı hazırladım. Kedi sesi duydum. Tepsiyi çardağa götürmek için kapıyı açınca. O da kapının önünde idi. Duvarı tırmanarak geri dönmüş, kahvaltı vakıtına yetişmişti. O gün ekmeğime gene ortak olmuştu. 
Tek çare götürüp köyün içine bırakmaktı. Onu da yaptım.
Kahvaltıdan sonra köyün girişine kadar bisiklet turu yaparım. O gün eldivenleri takip kediyi de aldım. Köyün Orta yerinde çocuğu olmayan, kedi besleyen yarım akıllı bir kadının zemin kattaki balkonuna kediyi bıraktım. Hem ayrıldığıma üzülüyordum, hem de kedi sesinden kurtuldum diye seviniyordum. Bir gün çınar yapraklarını toplarken başka bir yavru kedi miyavlıyor kulaklarımı tırmalıyordu. Oradan çabucak uzaklaştım.


Dört yıl covid-19 kısıtlamalarından dolayı insanlardan uzak yaşamak beni o kadar yalnızlaştırmış ki, bir yavru kedinin varlığına dayanamadım. Götürüp başkasının kapısına bıraktım. Oysaki iki lokma ekmekle karnı doyuyordu. 
Bu da gösteriyor ki ben bundan sonra ikinci bir kişiyle yaşayamam. 
Her sabah bisiklete binerken hep gözüm benim kediyi aradı. Göremeyince, balkonuna bıraktığım kadın sahiplendi diye seviniyordum. Bu durum bir hafta devam etti. Bir hafta sonra kediyi köyün sonunda ki İstanbul mahallesi dediğimiz yerde yol kenarında gördüm. Dönüşte piss diye çağırınca yanıma geldi, paçalarıma sürtünerek miyavlamaya başladı. Kedinin bulunduğu evin kapısının önünde duran adama kedi sizin mi diye sordum. "Hayır bu gün geldi buraya" dedi.
Kediyle ilgilenmeyince kedi adama doğru gitti. Bende eve döndüm. Şezlonga uzanınca aklımda kedinin durumu vardı. Balkonuna bıraktığım aile ve başkası sahiplenmemiş. Hayvan sokakta kalmıştı. İnsaniyet duygum ağır bastı. Kediyi getirmeye karar verdim. Eldivenleri taktım, bisikletle döndüm. Rasladiğim yerdeki kanapenin üzerinde güneşlenen kediyi piss diye çağırdım. Yanıma gelince yerden alp, eve getirdim.
Hayvan aç kalmış verdiğim yiyeceklerin hepsini yedi. Akşamda unutmadığı eski yeri kovada uyudu. Aynı terane devam etti. 
Yavaş yavaş benimle sokağa çıkıyordu, (Hatta bir seferinde iskeleye kadar geldi.) Dönüşte evin yolunu buluyordu. 
Bir seferinde çınar yapraklarını toplarken o da geldi oradaki köpeklere ne yaptıysa (Belki üzerlerine atlamıştır.) bir kargaşalık koptu, hepsi birden havlamaya başladı. Döndüm baktım. Kedi çınara tırmanıyor. Elimde eldivenler vardı. Tuttum eve getirdim. 
Bandırma ya dönme günü gelince yattığı kovaya sünger döşedim. Dışarıda da bir kovada su bıraktım. Her zaman o kovadan su içerdi. Sabah arabayı yüklerken mecburen kapıları açıktı. Kedi gideceğimi anlamış, arabaya girip, kolilerin arasına saklanmış. Arabayı dışarı çıkardım. Bir bidon benzin vardı, her yıl teknenin motoru için getiriyor, kalanını dönerken arabaya koyuyordum. Onu almak için döndüm. Bir baktım kapılar kapalı olduğu halde, kedi hostes koltuğuna oturmuş bana bakıyor. Zekasına hayran kaldım. 
Evin ve bahçenin kapılarını kilitleyip geri döndüğümde koltukta yoktu. Galiba tekrar saklanmış. Bende unuttum. Bandırma'ya AVM'nin oraya gelinceye kadar sesi çıkmadı. Orada miyavlamaya başladı. Akşam olmuştu. Tabi bu arada kedi acıktı. Orda durdum alışveriş yaptım. Aldığım etten bir parça verip karnını doyurdum. Oturduğum apartman kapısının oraya gelince arka kaputu açtım. Tiss diye çağırdım, kolilerin arasından üste çıktı ama dışarı gelmiyor. Önden gelip kovaladım. Bahçeye girdi, büyük kedileri gördü, korktu galiba gelip arabanın altına saklandı. Ben arabayı boşaltırken o da miyavlıyordu.
Bir ara çağırdım bahçeye çıkardım. Galiba kuyruğuna bastım. Döndü civliyarağ gene arabanın altına saklandı. 
Çok yorgundum. Ertesi sabah kalkınca yiyecek götürdüm ama kediyi bulamadım. Devamlı miyavladığı için akşamdan yoldan geçen birisi aldı diye tahmin ediyorum. Arabayı boşaltırken son seferlerde sesi kesilmişti. 
Aradan Tam 3 ay  geçti. 10 Kasım'da Köyden birlikte gelmiştik. Bu gun 10 şubat kediyi buldum. Biraz rengi açılmış. Gerdanında ve arka patisindeki beyazlık olduğu gibi duruyor. Yabanileşmiş. Piss dilini de unutmuş. Artık piss deyince gelmiyor, kaçıyor. Yaptığım ekmekten götürdüm, o ekmeyi yiyerek büyümüştü, yemedi. Çok uğraştım ama gelmiyor. Gene miyavladı eskisi gibi patilerini yaladı. Patilerini yüzüne gözüne sürdü. Bütün hareketleri ayni. Ana caddeden bir sokak aşağıda, evden fazla uzak değil. Orda da kedilere yiyecek veriyorlar. İyi yere kapılanmış. Yakaladım pışğırdi çirpindi, kaçtı.
Birileri aldı diye yanlış tahmin etmişim. Arabanın altıdan anayola doğru yürümüş, karşı ya geçmiş. Bir alt sokağa gelmiş. 100 metre kuzey-batı yönünde ilerdeki evin bahçesine sahiplenmiş. 
Her gün yemek ten sora yürüyüşe çıkıyorum, o sokaktan eve dönüyorum. Neden rastlamadığımı merak ediyorum. Çöp kutusunun üzerinde idi kutunun arkasında kutuyla aynı yükseklikte bahçe duvarı var. Duvardan kutuya kolaylıkla geçiyor. Anlayacağınız geçim kaynağını bulmuş. Köyde kutuya çıkıp karnını doyuramazdı.
Kedi gene zekasını gösterdi. Birinci gün götürdüğüm ekmeyi yemedi. Ekmek bayattı. Yanında durmama izin veriyor, hafif hafif mırıldanıyor, yalanıyor, esniyordu. İkinci gün yeni ekmek pişirmiştim. Yer diye götürdüm. Birinci gün yakalamaya çalıştığımdan bu sefer piss deyince bahçenin öteki tarafına kaçtı. saklandı, bir daha gözükmedi. Ekmeyi orada bıraktım. 10 dakika bir bankta oturdum. Gelmedi bende eve döndüm.
Aradan nerdeyse bir ay geçti bu süre içinde aynı yerde kediyi bir sefer daha gördüm. Bu sefer piss demeye gerek kalmadan beni görür görmez kaçtı. Demek ki aynı yerde durmuyor. Balık almıştım temizleme artıklarını iki sefer götürüp duvarın üzerine bıraktım. Ama kediyi bir daha görmedim. Bu gün yine balık artıklarını götüreceğim. Kısmet...! 
Dun bıraktığım balık artıkları, duvarın üzerinde duruyordu, kedi de orada idi koklandı ama yemedi. Ben uzakta bir banka oturup seyrettim. Yere indi çöp kutusunun altına bırakılan ekmeklerden yedikten sonra duvarın üzerinden bahçeye atlayıp kayboldu. O gitikten sora balık artıklarının bulunduğu torbayı açtırdım, artıkları görünür hale getırıp, eve döndüm. 

Kuyruklu Şiir

Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.
Orhan Veli

7 Şubat 2023 Salı

Yaşamadair

Kanuni Sultan Süleyman "Dünyada en muteber şey yoktur devlet gibi. 
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi." demiş.
İnsanlar eskiden 50 yaşına kadar yaşadı mı çok yaşadı derlermiş.
İnsanın çok yaşaması soluduğu nefesin temizliğine bağlıdır. Taş devrinde açıkta yada ocakta ateş yakarak hem ısınır hem de bulunduğu ortamı aydınlatırlarmış. Ateşten yayılan dumanı solurlarmış. Yaşadıkları mağaraların duvarları halen sisle kaplı.
Alplerde bulunan taş devri, buz adamın ciğerleri is ile kaplı olduğu tespit edilmiş.
İnsanlar yüzyıllar boyu zeytin ve hayvan yağı, daha sonra mum ve gaz yağı kullanarak ortamlarını aydınlatmış, bunlardan çıkan gazları solumuşlardır. Ne zaman aydınlanmak için elektrik, yakıt için tüp, ve doğal gaz kullanılmaya başlamışlar. Soludukları havanın kalitesi de artmış, böylece daha uzun yaşamaya başlamışlar.
Bu devirde 50 yaşından önce ölüme primitif ölüm deniyor, benim dedem Osman 36 yasında primitif ölüm sınırları içinde ölmüş.
60 yaşından önce ölenlere erken ölüm deniyor annen Rabia 58 yasında yanı erken ölüm sınırları içinde öldü. 70 yaşından önce ölenlere normal ölüm deniyor Cihangir ve Yaşar (baba ve anne tarafından yaşıtım olan akrabalarım) bu sınırlar içinde öldü, 70 yaşından sonra yaşayanlara çok yaşadı deniyor. Eşim Cemeler ve Babam Faiz çok yaşadı sınırları içinde öldü. Bende 70'e adımımı attım. Babamdan çok yaşar mıyım, bilinmez.
Nâzım Hikmet (Memleketimde insan manzaraları) kitabinin başlangıç sayfasında Haydarpaşa tiren garının merdivenlerini tırmanan adamı "Babamdan çok yaşadım" diye konuşturarak kitaba başlıyor.
Havayla vücuda giren kimyasal maddeler, akciğerlerde doğrudan kana karışıyor, kan dolaşımıyla da bütün vücuda yayılıyor. Sindirim kanalındaki gibi dekantasyona tabi tutulamıyor. 
Soluduğunuz havaya her zaman dikkat edin. 
Nazımın dediği gibi: "Yaşamak ciddi şeydir. Ciddiye alacaksın.
İşin gücün yaşamak olacak."
                    * * *


Gönen'de iken Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Oktay Akbal gelmişti fabrikayı gezdirdim.
Ertesi gün gazetede bir makalesini okudum Gönen gezisiyle ilgiliydi. Şöyle diyordu. "Gönen'deki camilerin hoparlörlerini bir birine bağlamışlar. Birinde yapılan vaazlar diğerlerinden dinleniyor. Camiye gidip her gün bunları dinlemek her gün ölümle yüzleşmek ölümü yaşamak demektir. Oysa yaşarken hiç ölmeyecek gibi yadsıyacaksın ölümü aklına bile getirmeyeceksin. Ölürsen zaten öldüğünün farkında bile olmazsın."
Osmanlı erkekleri başlarına beyaz bir bez sarıp kavuk haline getirirler. Bu ne imiş biliyor musunuz ? 
Kefenleriymiş. Ölmeyi devamlı canlı tutmak için kefenlerini başlarına sararlarmış. Camiye gidip her gün beş vakit namazda ölümle yüzleşmeleri yeterli gelmiyormuş.
Bu davranışları yaşamayı sevmediklerinden değil aksine çok sevdiklerinden. Ölüp sonsuz yaşamaya kavuşmak için! 
Çünkü bu dünyada yaşadıkları fani (geçici) asıl öldükten sonra (Altından ırmaklar akan Cennetlerde, Hurilerin hizmeti altında) sonsuz yaşama kavuşacaklarına inandırıldıkları içi. 

Şöyle bir tekerleme var. Adamın arkadaşının başındaki sarığında duman görmüş arkadaşına bunu haber vermek için şu tekerlemeye başlamış. "Sarığının büklümünün büklümünün büüüü............ klüüü.......münde yangın var". Büklümleri bitirene kadar adamın sarığı tutuşup yanıyor.
******
YAŞAMAYA DAİR 1:  
Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, 
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
yaşamak yanı ağır bastığından. 1947 
2: 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, 
diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, 
duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 1948 
3:  
Bu dünya soğuyacak, yıldızların arasında bir yıldız, 
hem de en ufacıklarından, mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya "Yaşadım" diyebilmen için... 
Nazım HİKMET

Maraş Depremi şubat 2023

Dünyanın şekillendiği ilk dönemlerde bugün Hindistan yarımadası olan plaka Asya kıtasına hızla çarparak dünyanın en yüksek sıra dağları olan Himaliaları meydana getiriyor.
Ayni şeyi bugün Arap yarımadası olan plaka Anadolu'ya doğudan çarparak Doğu Anadolu'daki dağlık bölgeyi ortaya çıkarıyor. 
Afrika plakası da Avrupa'ya çarparak Avrupa'da Alpleri ve Anadolu'da Torosları meydana getiriyor. 
Alp-Himalaya sitemi eski  dünyadaki en yoğun deprem bölgesini meydana getirmiştir. Bu bölge; İtalya, Yunanistan, Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan şeklinde doğuya uzanıyor. Afrika, Arap yarımadası ve Hint yarımadası Avrasya plakasını sıkıştırması yer kabuğundaki kırılmalara neden oluyor. 

Biz bunlara fay hatları diyoruz.
Maraş bir kaç fay hattının kesiştiği noktada bulunuyor.
Doğudan gelen fay hattı Maraş ovasında üçe ayırılıyor birincisi (7.5 şiddetindeki ikinci depremi oluşturan) batıya doğru giden kuzey hattı, ikincisi Adana yönündeki güneybatı hattı, üçüncüsü Lut gölü istikametindeki güney hattı. Arap plakası bu noktayı sıkıştırarak depreme neden olmuştu. Bu hat daha uzun kırıldığı için Hatay ve Suriye'de ağır hasara neden oluyor, ta Mısır'da hissediliyor.
Önce bu güneybatı ve güney hatları 04:17'de kırılıyor, (7,8 şiddetinde) 9 saat sonra birinci depremin tetiklemesiyle yüz kilometre kuzeyde olan kuzey hattı kırılıyor. (7,5 şiddetinde)
İki hafta sonra güney hattının kırılan ucunda 6.4 ve 5.8 şiddetinde artçı depremler meydana gelerek, Hatay'da yeniden ölüm ve yıkımlara sebep oldu. 
100 yıl içinde 1939 yılında Erzincan'da meydana gelen 7,9 şiddetindeki deprem den sonra (O da 33000 küsür ölüme neden olmuştu.) Anadolu'da en çok hasara neden olan deprem olarak tarihe geçiyor.
Dün sabah saatinde hissettiğim Balıkesir'de 4.2 şiddetinde gerçekleşen depremden sonra kiyamet mi kopuyor diye içgüdüsel söylemiştim. Gerçekten de kıyamet kopmuş. Bu depremler 10 ilimizde ve Suriye'de can kaybı ve yıkımlara neden olmuştu. Bütün televizyonlar ve radyo kanalları depremden başka yayın yapmıyorlar. Ne televizyon ne de radyo dinleyebiliyorum, evde sessizlik olmasın diye CD'yi açtım.

1989 yılında Sovyetler dağılıp bağımsız devletler topluluğuna ayrıldıktan sonra Ermeniler, Azeri Türklerine yoğun katliamlara başladılar, Karabağ'ı işgal ettiler, arkasından da Ermenistan'da büyük bir deprem oldu. Binlerce kişi hayatını kaybetti, bir çok Ermeni de İstanbul'a göç etti. O günler de İlhan Selçuk bir makale yayınladı. Hiç bir inancı olmayan pozitif düşünen bu adam. Tam olarak değilse bile makalede "Ermeniler azmıştı Allah başlarına vurdu" demeye getirmişti. Şimdi aynı şeyi Kürtler için söylemek insanın içine sinmiyor. Ama 40 yıldır bu devlete ve millete yaptıklarından sonra, gene bu devlet ve milletin onlara kucak açması, insana İlhan Selçuk'un makalesini hatırlatıyor. 
Bu devlet ve bu millete yaptıkları kötülükten sonra Kürtler, aşağıda bahsettiğim Sodon ve Gomera şehirlerinin akıbetine uğramışlardır. 
                                                                             ö    * * *
"Kendi mülkünde dilendin din için. Çok fedakâra yandın bir Kureyiş-i kin için." 
Demiş Neyzen Tevfik. Demiş de doğru demiş. Biz ne çektiysek Araplardan ve Arap yarım adasından çektik. 
Araplar hac diye bir hikaye uydurdular tarih boyu hacılar para ve tüm gelirlerimizi  Arabistan'a taşıdılar. Hacılar oraya gelirlerimizi kolay götürsünler diye Abdulhamit kendi parası dahil gelirlerimizi Bağdat demir yoluna harcayarak demir yolunu yaptı. 
Sonuç ne oldu; Bedevi Araplar sabotajlar düzenleyerek demir yolunu tahrip etti. (Çünkü hacıları onlar taşıyordu, iş ellerinden alınmıştı.) Rayları söküp sattılar. 
Abdulhamit devrilip birinci Dünya Savaşı'na girilince, Araplar sünnetsiz İngiliz Lauren'sın arkasına takılarak bizi arkadan tekmelediler. Arap yarımadasından söküp attılar. 
Sonunda ne dedik: "Ne Şam'ın şekeri ne Arap'ın kara yüzü. " 
Şimdide  Arap plakası, Anadolu plakasını ardından tekmeleyip tarihteki en çok can kaybı ve tahribata neden olan depremi ortaya çıkardı. On şehrimizi yerle bir etti elli bine yakın (49580 kişi) canımızı aldı.
                                                                                      * * *
Eylül'de balık mevsimi açılınca Erdek Orman köyün açığında troller sıraya girmiş gibi sıralanıp avlanıyor. Komşumuz Tahir ustaya, neden aynı sırada durduklarını sordum. Oradan geçen bir kanal olduğunu söyledi derin olduğundan karides bolluğundan balıklarda o kanalda çok olduğunu söyledi.
Daha sonra öğrendiğime göre kuzey Anadolu fay hattı oradan geçip Marmara adasının kuzeyinden Yunanistan'a doğru ilerliyormuş.
Tele1 kanalında tartışmaya bir hoca bağlandı.
Avrupa birliği ve NATO desteğiyle 99 Gölcük depreminden sonra Marmara denizinde sismik araştırma yapmışlar. 1999'daki Gölcük depreminde kuzey Anadolu fay hattı Marmara denizine kadar kırılmış, Marmara denizindeki devamı kırılmak için beklemedeymiş. En az 7.2 şiddetinde Marmara depremi bekleniyormuş. "Bunu 99'dan beri söylüyorum" dedi. Avrupa yakasında zemin Anadolu yakasıdan daha gevşek olduğundan hasar daha çok bekleniyormuş. 
Bir fay hattı da Bursa Ulubat ve Manyas göllerini takip ederek Gönen yönünde ilerliyormuş. Bu hatta kırılmaya hazırmış. 
"Elazığ depreminden sonra fay hattının devamı olan Maraş'ta deprem olacağını söyledim nitekim oldu" dedi.
                                                                                * * *
Elazığ Maraş depremlerine bakıp İstanbul'u karşılaştırmak hiç doğru değil. Depremin ne zaman olacağını tespit eden bir teknoloji henüz geliştirilememiş. İstanbul'da bin yıllık Ayasofya, bozdoğan kemeri, Yedikule zindanları, dikili taşlar var. İstanbul fetih edildikten sora 570 sene geçmiş. Onlarca cami, köprü ve su kemeri bu sürede yapılmış, hepsi ayakta.
Elazığ depremi, Gölcük depreminden sora oldu. Bu günkü depremle İstanbul'u karşılaştırmak doğru değil.
                                                                               * * *
Arap yarımadasını meydana getiren Kızıl deniz ve Basra körfezi Arap plakasını oluşturan fay hatlarını içeriyor. Bu hatlar kuzeye ilerleyerek doğu Anadolu'nun güneyinde birleşerek Arap plakasını tamamlıyor.
Maraş Depremi Kızıl Deniz'den gelen fay hattının kuzey ucunda meydana geliyor.
Depremin böyle yıkıcı olması bu hattın Maraş'tan Suriye' ye kadar uzun kırılması sebebiyle oluyor. Hatta 6.5 ve 5.8 şiddetindeki son artçı sarsıntılar kırılan hattın güney ucunu biraz daha kırıyor. 



Tarihte buralarda meydana gelmiş büyük depremlerin kanıtı; dini kitaplarda geçen Sodon ve Gomera hikayeleridir. Orda şehirlerle birlikte insanları da yutan büyük bir depremden bahsedilmektedir. 
Bu depreme bakarak İstanbul için felaket senaryoları üretiliyor. Oysaki İstanbul'da tarihin hiç bir döneminde fay hatları bütünlük halinde kırılmamıştır. Hepsinde kısmi kırımalar olmuştur. Buda düşük şiddette deprem demektir. Aksi halde hiç bir tarihi yapı ayakta kalmazdı.
İstanbul'da hiç deprem olmuyor mu? Oluyor tabi, yoksa Mimar Sinan Ayasofya kubbesini korumak için dört bir yandan destek duvarları yapmazdı.
                                                                             * * *
Birkaç yıl önceki Elazığ depreminin ardından bu seneki Maraş depreminden sonra bu iki şehir arasında kalan Malatya’da sık sık artçı sarsıntılar meydana gelmektedir.
Dün 17 Mart, Mersin’de artçı deprem oldu demek ki Muş Adana arası kırılmış, kırılan uç kısım Mersin’de kırılmaya devam ediyor.
Dün 17 mart, Bolu’da 4.8 şiddetinde deprem oldu. Buda gösteriyor ki Düzce depreminin Doğu ucu kırılıyor. Bu küçük kırılmalar sitiresi azaltıyor tahribata neden olmuyor. Gölcük depreminden birkaç ay sonra Düzce depremi meydana geldi, şimdide Bolu. Bu da gösteriyor ki deprem batı Marmara denizinde değil Doğuya yönlendi.
Gölcük depremi sırasında çekmece göllerinin bulunduğu bölgede de deprem nedeniyle yıkımlar oldu. Şimdi Kumburgaz (Büyük çekmece gölü bölgesi) önünde kırılmamış fay hattı olduğundan bahsediliyor. Eğer bu hat kırılmadıysa, Gölcük depremi sırasındaki deprem ne idi? Bazı yer bilimciler adalar bölgesinde kırılmamış fay var diyor, bazıları da bunu kabul etmiyor. Gölcük depreminden sonra Marmara'ya kadar fay hatları kırıldı. Sıra denizdedir deniyor, aradan 24 yıl geçtiği halde karada deprem doğuya doğru devam ediyor ama deniz de deprem olmuyor. 
Marmara ve İstanbul’da tarih boyunca yıkıcı deprem olmamıştır, olmazda yoksa bin yıllık Ayasofya ve önündeki dört tunç silindir 10 santimetre boyundaki takozlar üzerinde duran hiyeroglif yazılı tek taş blog obelisk çoktan devrilmişti. Ben yanında dururken bunu neden rüzgar devirmiyor diye merak etmiştim. Tek parça olarak gördüğümüz bu Obelisk Mısırda dört parçaya ayrılıp, İstanbul'a taşındıktan sonra birleştirilmiş. Roma’da, Paris’te ve Viyana'da birkaç obelisk gördüm. Hepsi de taş blok üzerinde oturuyor. Bizdeki akıl almaz şey.