Hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz.

Bizden de: Çam sakızı çoban armağanı...!

7 Şubat 2023 Salı

Yaşamadair

Kanuni Sultan Süleyman "Dünyada en muteber şey yoktur devlet gibi. 
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi." demiş.
İnsanlar eskiden 50 yaşına kadar yaşadı mı çok yaşadı derlermiş.
İnsanın çok yaşaması soluduğu nefesin temizliğine bağlıdır. Taş devrinde açıkta yada ocakta ateş yakarak hem ısınır hem de bulunduğu ortamı aydınlatırlarmış. Ateşten yayılan dumanı solurlarmış. Yaşadıkları mağaraların duvarları halen sisle kaplı.
Alplerde bulunan taş devri, buz adamın ciğerleri is ile kaplı olduğu tespit edilmiş.
İnsanlar yüzyıllar boyu zeytin ve hayvan yağı, daha sonra mum ve gaz yağı kullanarak ortamlarını aydınlatmış, bunlardan çıkan gazları solumuşlardır. Ne zaman aydınlanmak için elektrik, yakıt için tüp, ve doğal gaz kullanılmaya başlamışlar. Soludukları havanın kalitesi de artmış, böylece daha uzun yaşamaya başlamışlar.
Bu devirde 50 yaşından önce ölüme primitif ölüm deniyor, benim dedem Osman 36 yasında primitif ölüm sınırları içinde ölmüş.
60 yaşından önce ölenlere erken ölüm deniyor annen Rabia 58 yasında yanı erken ölüm sınırları içinde öldü. 70 yaşından önce ölenlere normal ölüm deniyor Cihangir ve Yaşar (baba ve anne tarafından yaşıtım olan akrabalarım) bu sınırlar içinde öldü, 70 yaşından sonra yaşayanlara çok yaşadı deniyor. Eşim Cemeler ve Babam Faiz çok yaşadı sınırları içinde öldü. Bende 70'e adımımı attım. Babamdan çok yaşar mıyım, bilinmez.
Nâzım Hikmet (Memleketimde insan manzaraları) kitabinin başlangıç sayfasında Haydarpaşa tiren garının merdivenlerini tırmanan adamı "Babamdan çok yaşadım" diye konuşturarak kitaba başlıyor.
Havayla vücuda giren kimyasal maddeler, akciğerlerde doğrudan kana karışıyor, kan dolaşımıyla da bütün vücuda yayılıyor. Sindirim kanalındaki gibi dekantasyona tabi tutulamıyor. 
Soluduğunuz havaya her zaman dikkat edin. 
Nazımın dediği gibi: "Yaşamak ciddi şeydir. Ciddiye alacaksın.
İşin gücün yaşamak olacak."
                    * * *


Gönen'de iken Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Oktay Akbal gelmişti fabrikayı gezdirdim.
Ertesi gün gazetede bir makalesini okudum Gönen gezisiyle ilgiliydi. Şöyle diyordu. "Gönen'deki camilerin hoparlörlerini bir birine bağlamışlar. Birinde yapılan vaazlar diğerlerinden dinleniyor. Camiye gidip her gün bunları dinlemek her gün ölümle yüzleşmek ölümü yaşamak demektir. Oysa yaşarken hiç ölmeyecek gibi yadsıyacaksın ölümü aklına bile getirmeyeceksin. Ölürsen zaten öldüğünün farkında bile olmazsın."
Osmanlı erkekleri başlarına beyaz bir bez sarıp kavuk haline getirirler. Bu ne imiş biliyor musunuz ? 
Kefenleriymiş. Ölmeyi devamlı canlı tutmak için kefenlerini başlarına sararlarmış. Camiye gidip her gün beş vakit namazda ölümle yüzleşmeleri yeterli gelmiyormuş.
Bu davranışları yaşamayı sevmediklerinden değil aksine çok sevdiklerinden. Ölüp sonsuz yaşamaya kavuşmak için! 
Çünkü bu dünyada yaşadıkları fani (geçici) asıl öldükten sonra (Altından ırmaklar akan Cennetlerde, Hurilerin hizmeti altında) sonsuz yaşama kavuşacaklarına inandırıldıkları içi. 

Şöyle bir tekerleme var. Adamın arkadaşının başındaki sarığında duman görmüş arkadaşına bunu haber vermek için şu tekerlemeye başlamış. "Sarığının büklümünün büklümünün büüüü............ klüüü.......münde yangın var". Büklümleri bitirene kadar adamın sarığı tutuşup yanıyor.
******
YAŞAMAYA DAİR 1:  
Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, 
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
yaşamak yanı ağır bastığından. 1947 
2: 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, 
diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, 
duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 1948 
3:  
Bu dünya soğuyacak, yıldızların arasında bir yıldız, 
hem de en ufacıklarından, mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya "Yaşadım" diyebilmen için... 
Nazım HİKMET

Maraş Depremi şubat 2023

Dünyanın şekillendiği ilk dönemlerde bugün Hindistan yarımadası olan plaka Asya kıtasına hızla çarparak dünyanın en yüksek sıra dağları olan Himaliaları meydana getiriyor.
Ayni şeyi bugün Arap yarımadası olan plaka Anadolu'ya doğudan çarparak Doğu Anadolu'daki dağlık bölgeyi ortaya çıkarıyor. 
Afrika plakası da Avrupa'ya çarparak Avrupa'da Alpleri ve Anadolu'da Torosları meydana getiriyor. 
Alp-Himalaya sitemi eski  dünyadaki en yoğun deprem bölgesini meydana getirmiştir. Bu bölge; İtalya, Yunanistan, Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan şeklinde doğuya uzanıyor. Afrika, Arap yarımadası ve Hint yarımadası Avrasya plakasını sıkıştırması yer kabuğundaki kırılmalara neden oluyor. 

Biz bunlara fay hatları diyoruz.
Maraş bir kaç fay hattının kesiştiği noktada bulunuyor.
Doğudan gelen fay hattı Maraş ovasında üçe ayırılıyor birincisi (7.5 şiddetindeki ikinci depremi oluşturan) batıya doğru giden kuzey hattı, ikincisi Adana yönündeki güneybatı hattı, üçüncüsü Lut gölü istikametindeki güney hattı. Arap plakası bu noktayı sıkıştırarak depreme neden olmuştu. Bu hat daha uzun kırıldığı için Hatay ve Suriye'de ağır hasara neden oluyor, ta Mısır'da hissediliyor.
Önce bu güneybatı ve güney hatları 04:17'de kırılıyor, (7,8 şiddetinde) 9 saat sonra birinci depremin tetiklemesiyle yüz kilometre kuzeyde olan kuzey hattı kırılıyor. (7,5 şiddetinde)
İki hafta sonra güney hattının kırılan ucunda 6.4 ve 5.8 şiddetinde artçı depremler meydana gelerek, Hatay'da yeniden ölüm ve yıkımlara sebep oldu. 
100 yıl içinde 1939 yılında Erzincan'da meydana gelen 7,9 şiddetindeki deprem den sonra (O da 33000 küsür ölüme neden olmuştu.) Anadolu'da en çok hasara neden olan deprem olarak tarihe geçiyor.
Dün sabah saatinde hissettiğim Balıkesir'de 4.2 şiddetinde gerçekleşen depremden sonra kiyamet mi kopuyor diye içgüdüsel söylemiştim. Gerçekten de kıyamet kopmuş. Bu depremler 10 ilimizde ve Suriye'de can kaybı ve yıkımlara neden olmuştu. Bütün televizyonlar ve radyo kanalları depremden başka yayın yapmıyorlar. Ne televizyon ne de radyo dinleyebiliyorum, evde sessizlik olmasın diye CD'yi açtım.

1989 yılında Sovyetler dağılıp bağımsız devletler topluluğuna ayrıldıktan sonra Ermeniler, Azeri Türklerine yoğun katliamlara başladılar, Karabağ'ı işgal ettiler, arkasından da Ermenistan'da büyük bir deprem oldu. Binlerce kişi hayatını kaybetti, bir çok Ermeni de İstanbul'a göç etti. O günler de İlhan Selçuk bir makale yayınladı. Hiç bir inancı olmayan pozitif düşünen bu adam. Tam olarak değilse bile makalede "Ermeniler azmıştı Allah başlarına vurdu" demeye getirmişti. Şimdi aynı şeyi Kürtler için söylemek insanın içine sinmiyor. Ama 40 yıldır bu devlete ve millete yaptıklarından sonra, gene bu devlet ve milletin onlara kucak açması, insana İlhan Selçuk'un makalesini hatırlatıyor. 
Bu devlet ve bu millete yaptıkları kötülükten sonra Kürtler, aşağıda bahsettiğim Sodon ve Gomera şehirlerinin akıbetine uğramışlardır. 
                                                                             ö    * * *
"Kendi mülkünde dilendin din için. Çok fedakâra yandın bir Kureyiş-i kin için." 
Demiş Neyzen Tevfik. Demiş de doğru demiş. Biz ne çektiysek Araplardan ve Arap yarım adasından çektik. 
Araplar hac diye bir hikaye uydurdular tarih boyu hacılar para ve tüm gelirlerimizi  Arabistan'a taşıdılar. Hacılar oraya gelirlerimizi kolay götürsünler diye Abdulhamit kendi parası dahil gelirlerimizi Bağdat demir yoluna harcayarak demir yolunu yaptı. 
Sonuç ne oldu; Bedevi Araplar sabotajlar düzenleyerek demir yolunu tahrip etti. (Çünkü hacıları onlar taşıyordu, iş ellerinden alınmıştı.) Rayları söküp sattılar. 
Abdulhamit devrilip birinci Dünya Savaşı'na girilince, Araplar sünnetsiz İngiliz Lauren'sın arkasına takılarak bizi arkadan tekmelediler. Arap yarımadasından söküp attılar. 
Sonunda ne dedik: "Ne Şam'ın şekeri ne Arap'ın kara yüzü. " 
Şimdide  Arap plakası, Anadolu plakasını ardından tekmeleyip tarihteki en çok can kaybı ve tahribata neden olan depremi ortaya çıkardı. On şehrimizi yerle bir etti elli bine yakın (49580 kişi) canımızı aldı.
                                                                                      * * *
Eylül'de balık mevsimi açılınca Erdek Orman köyün açığında troller sıraya girmiş gibi sıralanıp avlanıyor. Komşumuz Tahir ustaya, neden aynı sırada durduklarını sordum. Oradan geçen bir kanal olduğunu söyledi derin olduğundan karides bolluğundan balıklarda o kanalda çok olduğunu söyledi.
Daha sonra öğrendiğime göre kuzey Anadolu fay hattı oradan geçip Marmara adasının kuzeyinden Yunanistan'a doğru ilerliyormuş.
Tele1 kanalında tartışmaya bir hoca bağlandı.
Avrupa birliği ve NATO desteğiyle 99 Gölcük depreminden sonra Marmara denizinde sismik araştırma yapmışlar. 1999'daki Gölcük depreminde kuzey Anadolu fay hattı Marmara denizine kadar kırılmış, Marmara denizindeki devamı kırılmak için beklemedeymiş. En az 7.2 şiddetinde Marmara depremi bekleniyormuş. "Bunu 99'dan beri söylüyorum" dedi. Avrupa yakasında zemin Anadolu yakasıdan daha gevşek olduğundan hasar daha çok bekleniyormuş. 
Bir fay hattı da Bursa Ulubat ve Manyas göllerini takip ederek Gönen yönünde ilerliyormuş. Bu hatta kırılmaya hazırmış. 
"Elazığ depreminden sonra fay hattının devamı olan Maraş'ta deprem olacağını söyledim nitekim oldu" dedi.
                                                                                * * *
Elazığ Maraş depremlerine bakıp İstanbul'u karşılaştırmak hiç doğru değil. Depremin ne zaman olacağını tespit eden bir teknoloji henüz geliştirilememiş. İstanbul'da bin yıllık Ayasofya, bozdoğan kemeri, Yedikule zindanları, dikili taşlar var. İstanbul fetih edildikten sora 570 sene geçmiş. Onlarca cami, köprü ve su kemeri bu sürede yapılmış, hepsi ayakta.
Elazığ depremi, Gölcük depreminden sora oldu. Bu günkü depremle İstanbul'u karşılaştırmak doğru değil.
                                                                               * * *
Arap yarımadasını meydana getiren Kızıl deniz ve Basra körfezi Arap plakasını oluşturan fay hatlarını içeriyor. Bu hatlar kuzeye ilerleyerek doğu Anadolu'nun güneyinde birleşerek Arap plakasını tamamlıyor.
Maraş Depremi Kızıl Deniz'den gelen fay hattının kuzey ucunda meydana geliyor.
Depremin böyle yıkıcı olması bu hattın Maraş'tan Suriye' ye kadar uzun kırılması sebebiyle oluyor. Hatta 6.5 ve 5.8 şiddetindeki son artçı sarsıntılar kırılan hattın güney ucunu biraz daha kırıyor. 



Tarihte buralarda meydana gelmiş büyük depremlerin kanıtı; dini kitaplarda geçen Sodon ve Gomera hikayeleridir. Orda şehirlerle birlikte insanları da yutan büyük bir depremden bahsedilmektedir. 
Bu depreme bakarak İstanbul için felaket senaryoları üretiliyor. Oysaki İstanbul'da tarihin hiç bir döneminde fay hatları bütünlük halinde kırılmamıştır. Hepsinde kısmi kırımalar olmuştur. Buda düşük şiddette deprem demektir. Aksi halde hiç bir tarihi yapı ayakta kalmazdı.
İstanbul'da hiç deprem olmuyor mu? Oluyor tabi, yoksa Mimar Sinan Ayasofya kubbesini korumak için dört bir yandan destek duvarları yapmazdı.
                                                                             * * *
Birkaç yıl önceki Elazığ depreminin ardından bu seneki Maraş depreminden sonra bu iki şehir arasında kalan Malatya’da sık sık artçı sarsıntılar meydana gelmektedir.
Dün 17 Mart, Mersin’de artçı deprem oldu demek ki Muş Adana arası kırılmış, kırılan uç kısım Mersin’de kırılmaya devam ediyor.
Dün 17 mart, Bolu’da 4.8 şiddetinde deprem oldu. Buda gösteriyor ki Düzce depreminin Doğu ucu kırılıyor. Bu küçük kırılmalar sitiresi azaltıyor tahribata neden olmuyor. Gölcük depreminden birkaç ay sonra Düzce depremi meydana geldi, şimdide Bolu. Bu da gösteriyor ki deprem batı Marmara denizinde değil Doğuya yönlendi.
Gölcük depremi sırasında çekmece göllerinin bulunduğu bölgede de deprem nedeniyle yıkımlar oldu. Şimdi Kumburgaz (Büyük çekmece gölü bölgesi) önünde kırılmamış fay hattı olduğundan bahsediliyor. Eğer bu hat kırılmadıysa, Gölcük depremi sırasındaki deprem ne idi? Bazı yer bilimciler adalar bölgesinde kırılmamış fay var diyor, bazıları da bunu kabul etmiyor. Gölcük depreminden sonra Marmara'ya kadar fay hatları kırıldı. Sıra denizdedir deniyor, aradan 24 yıl geçtiği halde karada deprem doğuya doğru devam ediyor ama deniz de deprem olmuyor. 
Marmara ve İstanbul’da tarih boyunca yıkıcı deprem olmamıştır, olmazda yoksa bin yıllık Ayasofya ve önündeki dört tunç silindir 10 santimetre boyundaki takozlar üzerinde duran hiyeroglif yazılı tek taş blog obelisk çoktan devrilmişti. Ben yanında dururken bunu neden rüzgar devirmiyor diye merak etmiştim. Tek parça olarak gördüğümüz bu Obelisk Mısırda dört parçaya ayrılıp, İstanbul'a taşındıktan sonra birleştirilmiş. Roma’da, Paris’te ve Viyana'da birkaç obelisk gördüm. Hepsi de taş blok üzerinde oturuyor. Bizdeki akıl almaz şey.